Bir Dağ Nostaljisi


Heyecan günler öncesinden başlardı. Ya alınan bir mailla, yada “Şu hafta sonu gidelim işte” diyerek verilen bir kararla... Gidiş günü yaklaştıkça derslerin yoğunluğundan fırsat bulunan her an geçmişten söz açılır, komik anılar gözlerde canlanır, doyasıya gülünür, yola çıkılacak an iple çekilirdi. Giderek artan heyecan nedense son gün kendini bir isteksizliğe ve sanki dünyanın en zor işine gidiliyormuş duygusuna bırakırdı. Kimbilir, belki sıcacık odadan çıkıp kar altında geçecek günlere vücudun alışma güçlüğüydü bu, belki de hiçbir zaman bitmeyen, bitmeyecek dünya işlerinin tam da o haftasonu bitirilebileceği düşüncesinin aniden ortaya çıkıvermesiydi. İşte bu ruh karmaşası içinde başlardı hazırlıklar günlük telaşenin bitmesiyle beraber. İlk iş markete gidilir, ayaküstü öğünler hesaplanır, birkaç çorba, makarna, tang ve kodaman günümüzdeysek biraz da sucuk alınırdı. Tabii herkesin kendine göre aldığı abur cuburu da eklemek gerek bu listeye. Hava kararmaya yüz tutmuşken, çalan hafif bir müzik eşliğinde odada çanta hazırlama faslı başlardı arkadaşların biri tarafından. Özenle kıyafetler torbalanır, tulum toplanır, kafafeneri kontrol edilir, sular doldurulur... Odanın dağınıklığının biran önce bitmesini bekleyerek, sigarasını cam önünde tüttüren odanın diğer sakini de “gitseler de rahat bir haftasonu geçirsek” diyerekten bakmaktadır sanki bir içeri, bir dışarı. Kimi günlerse oda hepten içinden çıkılmaz bir hal almış olurdu, bir sürü kask, bivak, kazma, kürek, pil odaya dağılır yürümek için akrobatik hareketler gerekirdi. Otobüs saatinin yaklaşmasıyla diğer arkadaş ta alelacele etrafta bulduğu giyecekleri çantasına tıkmaya başlardı. Kocaman çadırın çantasını doldurduğuna söylenmeden de geçemezdi hiçbir zaman. Oysa çadır arkadaşındaki polleri ve yemek setini taşımak ne kadar kolaydı. Bu sırada illaki bulamadığı birşeylere sinirlenir, ya beresiz, ya polarsız çıkmayı göze alırdı gecenin soğuğuna. Son olarak siyah beyaz baklava desenli kazağını ve siyah kadife pantalonunu giyer, bulabildiyse yeşil turuncu beresini, bulamadıysa siyah beyaz Beşiktaşlı kukuletasını montunun cebine sokar, atkısını boynuna asar, kırmızı çantasını sırtlar, bel kolonunu bağlamaksızın, odadakilere “Hadi Eyvallah” deyip geç de olsa servisin kalkacağı yurt otoparkına hızlı adımlarla yol almaya başlardı. Çantasını en azından 1 saat öncesinden hazırlamış arkadaşıysa o sırada sarı kadife pantolonu, kırmızı gri poları, siyah montu ve karakteristik kahverengi beresiyle odadan çıkmış, kalkış noktasında diğerleriyle muhabbet ediyor olurdu. Çoğunluğun toplanmasıyla beraber malzemeci tarafından teknik malzemeler, yani kazmalar, kramponlar, bivaklar vs. dağıtılıp çantalara yerleştirilir, yağan yağmur altında çantalar bir bir ve elden ele minibüsün bagaj olarak kullanılacak en arka beşli koltuğuna yüklenir, kalan yerlere maceraperestler oturur, saatler gece yarısını geçerken dört beş saat sürecek yolculuk başlardı. Birkaç dakikalık hoşbeşten sonra çoğunluk rahatsız bir uykuya dalarken baklava desenli kazağıyla yeşil çadırın her tür yemeğe düşkün üyesi en azından bir gofretle bir avuç kuruyemişi midesine indirmiş olurdu. Bu sıralarda iki çadır arkadaşının, içinde sevinç kadar hüzün de barındıran, genelde geçmişe, kimi zamansa geleceğe dair sohbetleri devam ederken, otobanın turuncu ışıkları, yağmur damlalarından süzülüp havaya hüzünlü bir buğu yayardı çoğu zaman. Sonrasında feribot hırçın dalgalarla sallanırken çaylar yudumlanırdı üst katta, hatta tost yedikleri bile olmuştu bir seferinde. Gerçi hesap yüksek gelince herkesin midesine de oturmuştu ya neyse… Feribot sonrasında bu sefer herkes kendi koltuğuna gömülür, Uludağın virajlarını gözleri kapalı dönerlerdi. Kar yağışı altında biten yolculukla beraber minibüsten zorlukla inilir, bir kısım titreyerek keşke gelmeseydim dercesine etrafına bakarken, birkaç kişi de hızlı hareketlerle çantaları indirirdi. 10-15 dakikalık hazırlık sırasında gereksiz kıyafetler çantalara atılır, tozluklar takılır, son olarak da çantalar sırtlanır ve tek sıra haline gelinirdi. Çok değil 1-1,5 saatlik kimi zaman kar fırtınası, kimi zamansa sert bir rüzgar eşliğinde geçen bir yürüyüşle havanın ağarmasına yakın bir zamanda kamp kurulacak yere gelinir, gecenin bu en soğuk anında biran önce sıcak birşeyler içebilmek umuduyla, eller titreyerek çadırların kurulmasına girişilir… İki arkadaş tecrübeleriyle kısa sürede çadırlarını kurarlar ve son derece üşümüş olan Beşiktaş kukuletalı kendini içeri atar, tulumları matları yerleştirip hemen birşeyler ısıtmaya başlardı. Kahverengi bereli olansa rahat bir gün ve gece geçirebilmek için üşenmeden kar duvarı yapmaya başlar, çadırın etrafını adeta bir kale gibi kapatıp çadıra girer, pişmekte olan çorbanın yada makarnanın kokusu eşliğinde ıslak kıyafetlerini değiştirmeye girişirdi. Bu sıralarda çadırların çoğunda benzer sahneler yaşanır, herkes ısınabilmenin, evet sadece ısınabilmenin bile ne kadar büyük bir nimet olduğunu tekrar idrak ederdi. Dışarıda buz gibi bir fırtına devam ederken içeride kuru giysilerle, kar suyuna yapılmış makarna ağıza atıldığında hayatta yenebilecek en güzel, en lezzetli, en anlamlı yemeğin yendiğinin farkına varılır ve belki de yolculuğa başlandığından beri ilk defa iyiki geldik demenin sevinci yaşanırdı. Mideler dolup vücuda sıcaklık yaymaya başladığında kirli kaplar kara gömülür, tulumlar açılır ve rahat bir uyku çekmek için içlerine uzanılırdı. Siyah kadife pantolonunu değiştirip son yedek eşofmanını giyen çocuğun uzanır uzanmaz uykuya dalması çadır arkadaşını biraz uyuz etse de o da çok geçmeden sıcak bir uykuya dalardı. Bundan sonrasında yaşanacaklar eğitmenin keyfi kadar, doğanın sunduklarına da bağlıydı. Eğer o gün menüde fırtına derecesinde rüzgar ve tipi varsa dağcılar karduvarı yapmak ve tuvalete gitmek dışında çadırdan adımlarını bile atamazlardı. Doğanın cömert davranıp uygun bir hava sunduğu gün ve gecelerdeyse, çadır toplayıp yeniden kurmaktan, kar duvarı yapmaya, kazma düşüş yapmaktan, kramponla yürümeye kadar bir çok eğitim yapılır ileride bu eğitimler sayesinde çıkılacak zirvelerin hayalleri kurulurdu. Pazar sabahı genelde gece geç saatte uyumanın sonucu olarak geç uyanılır, havanın durumuna göre eğitim yapılacaksa yapılır, son öğünler yenir ve öğleden sonranın ilk saatlerinde çadırlar toplanıp, minibüsün beklediği oteller bölgesine doğru yorgun argın bir yürüyüş başlardı. Minibüse varılıp ıslak kıyafetler de değiştirildiyse bir faaliyeti daha tamamlamanın verdiği mutlulukla Bursada yenilecek İskender düşünülmeye başlar, minibüste faaliyet geyikleri döner, yaşanan komik şeyler herkesle paylaşılırdı. Bursaya inildiğinde bilinen meşhur bir İskenderciye gidilir, herkes dağınıklığın hadsafada olduğu araçtan adeta dökülerek kendini şehre bırakırdı. Bu dağcı güruhu garip kıyafeterle caddelerde ilgi uyandırarak önce yemek yenilecek yere yürür, karınlarını doyurur sonra Bursanın kestane şekerinden alıp yer ve vücutlarının uykuyu en çok istediği bu anlarda minibüse dönüp İstanbula doğru yolculuğa devam ederlerdi. Birkaç saat sonra akşamla gecenin karışmaya başladığı saatlerde yolculuk sona erer, malzemeler son enerjiyle minibüsten indirilip birkaç gün boyunca hissedilecek yorgunlukla odaya doğru son yürüyüş yapılırdı…

Giray Kömürcü
Mart 2006-İstanbul

<%--td width="100%" height="100%" border="0" cellpadding="0" cellspacing="0"--%>
   

w w w . g i r a y k o m u r c u . n e t

Bu sitede yer alan materyallerin tüm hakları Giray Kömürcü'ye aittir. İzinsiz kullanılamaz.